Tasvir-i Efkâr muharrirlerinden Süleyman Nazif Bey’e
Efendim, muteber gazetenizin 43’üncü numarasında lisan meselesine dair bir makalenizi gördüm, okudum. Meselenin ehemmiyetine ve âdeta Türklük âlemi için bir mesele-i hayatiye olmasına mebni bu hususta acizane mülahazâtımı söylemeye lüzum gördüm:
Lisan meselesi sizin Osmanlı Türkleri için dahi bir mesele-i hayatiye olduğundan, tabii bu meseleyi etraflıca müzakere etmek erbâb-kalemin vazifesidir. Fakat bu meseledeki iki ayrı fikri, iki ayrı mesleği anlamak için bunların meslek-i esasileri beynindeki farkı da iyi bilmelidir. “Edebi lisan” taraftarlarıyla “sade lisan” taraftarlarının küçük bir tarihlerini de bilmek pek lazımdır. Avrupa tarihinde Protestanlığın iki büyük temeli sade ve avam lisanı idi. Reformatörler: “Kütüb-i mukaddese anlaşılmak için yazılmıştır” diye onları her milletin lisanına tercümeyi muvafik görürlerdi. Reformatsiyanın aleyhindeki Katolikler Latin lisanından başka bütün lisanları “kabalisan” diye yâd edip: “O lisanlarda kütüb-i mukaddesenin fikir ve maksadı anlaşılamaz ve kütüb-i mukaddesenin fikri avam için olmayıp havas içindir” diye dava ediyor idiler.
Demek ki bu münazaa avam taraftarı ile havas taraftarı, yani aristokratya ile demokratya münazaası idi. Şimdi asırlar geçti Avrupa tarihleri bu fikirleri uzun uzadıya muhakeme ve tetkik ettiler, hangisinin doğru olduğunu gösterdiler. Fakat bu tarih dersi bizim Osmanlı Türklerine tesir edemedi. Onlara lisan meselesi hakkında sadelik fikrinin muhassenâtını tasdik ettiremedi. Onlar hâlâ şu Katolik papazlarının nice asırlar mukaddem söyledikleri sözleri delil gösteriyorlar. Lisan sade olsa fasih olmayacak imiş. Lisan sade olsa zerâfeti bitecek imiş. Lisan başka lisanların kavaidini (Arabi ve Fârisí terkip tavsifileri) kabul etmezse Türk dili bî-hayat kalacakmış.
İşte Süleyman Nazif Bey’in makalesinde baştan aşağıya kadar bu gibi deliller serd ve izah edilmiştir. Galiba Süleyman Nazif Bey ve onun meslektaşları kendilerinin makalelerini İstanbul’un mekâtib-I aliye görmüş Fars ve Arap dillerinin kavâidini öğrenmiş üç dört bin karileri için yazıyorlar; ve şu üç dört bin adamın lisanını Türk dili diye dava ediyorlar. Öyle olmasaydı bu kadar bedihi bir fikri mutassibâne inkâr etmezlerdi.
Fakat meselenin başka ciheti var: Mekâtib-i âliye görmeyen ve lisan-ı Fârisî ile kavâid-i Arabîye bilmeyen, fakat Türkçe okuyup yazabilen 15 milyon Osmanlı Türklerini ne yapacaksınız? Onlara: “Efendim, sizin diliniz kabadır, sizin anladığınız lisanla yazsak bizim kâtip efendilerin, yüksek terbiye görmüş zevâtın hatırı kırlacaktır. Siz durun. Size ne siyaset lazım ne edebiyat ne maarif!…” Böyle mi diyeceksiniz? Yoksa onlara da kendilerinin anlayabileceği Türk dilinde gazeteler yazacak, risaleler kitaplar mı neşredeceksiniz? Benim bu fikrime ne yolda cevap vereceksiniz ki meseleyi halletmiş olalım.
Bizim mesleğimiz avam taraftarı bulunmak olduğundan, biz bütün efkâr-1 siyasiye ve içtimaiyeyi, avama anlatmak taraftarıyız. Bizce bu meslek, bir lisan için değil, bütün mesail-i hayatiye içindir. Asrımız şimdi efkâr-1 umumiye asrı olduğundan ve memleketin 1slahı, milletin teceddüdü bütün efrâd-1 millet efkârının tecdidiyle hasıl olacağından, bizim nokta-i nazarımızdan milletini seven her Türk yazdığı her makaleyi Anadolu Türklerinin anlayacağı bir lisan- la yazması lazım gelir.
Fakat sizin mesleğiniz nedir? Siz “edebî lisan” taraftarı mısınız? Yoksa “sade dil” taraftarı mı?… Ne olursanız olunuz sizin Anadolu Türklerinin fikirlerini uyandırıp onlara muhitlerinin ne olduğunu bildirmek sizin vazifeniz değil midir? Erbab-1 kalemden olduğunuz cihetle bu vazifeyi kaleminizle yazıp anlatmaya borçlu değil misiniz? Makalenizde onların anlamaları esas olacak değil mi?
Binaenaleyh, siz vatanınıza ve milletinize hizmet etmek isterseniz, tabii efrâd-1 milletin en çok anladığı dil ile yazacak ve bu sayede milliyet ve kavmiyet fikirleri uyandırmaya çalışacaksınız. Bu dil de tabii yüzde 40’1 Fârisî, 40’1 Arabî, 10’u Fransız, Rum, 10’u Türkçe olan “edebí lisan”ınızla olamaz. Belki sade Türkçe olacaktır.
Lakin siz: “Öyle ise bizim dilimiz kabalaşacak!” diyeceksiniz. Bir dilin fesâhati, letâfeti ecnebi dillerinden elfâz almakla hasıl olacak olsa tabii diliniz kabalaşacaktır. Fakat fesâhat, letâfetin böyle tariflerini hiç kimse iddiaya cesaret edememiştir.
Bunun için dilinizden o namütenahi Arap ve Fârisi sözlerini kaldırıp onların yerine herkesçe anlaşılacak Türkçe sözler isti’mal edilse diliniz için çok faideli olacaktır. Bundan başka meselenin siyasi ciheti de var ki bu nokta-i nazardan bu bir mesele-i hayatiyedir. Osmanlı memleketindeki akvam-ı gayr-i Türkiye kendi lisanlarında yazılan gazeteleri, risâleleri, kitapları ile efkâr-ı umümiyelerini bir tarafa cereyana muvaffak oldukları vakit siz efkâr-1 umümiyenizi ne yolda harekete getireceksiniz? Müsademe-i hayatiyede ne vasıta ile onları bir kuvve-i vahide haline getireceksiniz?
Hiç şüphesizdir ki bunun yolu olsa olsa o da lisanınızı köylülerin anlayabileceği derecede sadeleştirmektir.
Bu fikrim yalnız bir lakırdıdan ibaret olmadığını ispat için size Rusya Tatarlarının hayatından bir misal getireceğim: Bundan beş, altı sene mukaddem bizim Tatarlarda da “edebi lisan – sade lisan” münazaası var idi. Bizim edebî lisan taraftarlarımız sizin getirdiğiniz delilleri getirdiler; fakat üç dört sene geçmedi, bunlar mağlup olduklarını ikrar ettiler. Şimdi bizde “edebi lisan – sade lisan” meselesi bitti. Yazdığımız gerek gazete makalesi gerek risale, gerek bir tiyatro olsun Rusya’nın köylü şehirli Müslümanları anlıyorlar. Hepimiz kendimizin hayat meselemiz hakkında konuşuyoruz, anlaşıyoruz. Bu sayede efkâr-1 umümiyemiz bir noktaya cem’ ediliyor. Sizde de fikr-i istikbal bulunsa ve inkıraza mahküm bir millet olmaktan kurtulmak arzusu mevcut olsa şüphesiz siz de bizim yolumuzda hareket edeceksiniz. Fârisí dilinin fesâhatlerini Fârisiceye, Arabi dilinin letâfetini de Arapça’ya bırakıp da şu kendi kaba Türk lisanınızla uğraşsanız ne kadar isabet etmiş olursunuz. Husüsan, ki siz siyasi bir gazetecisiniz böyle siyasi noktaları düşünmeniz lazım gelir. Bu mesele, sizin için yalnız lisan meselesi değildir. Belki bütün mesail-I hayatiyenizin ruhu, tarik-i selametidir.
Uç paşa, bir padişah, bir şair ile koca bir memleketi idare zamanları geçtiği gibi, İstanbul’un üç şairi, beş kâtibi, altı muharriri ile efkâr-1 umumiye uydurmak vakitleri de geçti. Memleketinizin idare-i siyasiye ve içtimaiyesi avamın elinde olduğu gibi, edebiyatıniz da avamın anladığı tarzda yazılıp onların menfaatini muhafaza etmeli ve onların edebiyatı olmalıdır. Öyle olmazsa muharrirleriniz karisiz kalacak ve yazdığınız kitaplar sokaklara atılacaktır ve avamıniz eski hurafât ile zehirlenmekte devam edecek ve sizin her hareket-i medeniyenize karşı muhalifleriniz daima 31 Mart gibi hadisat ikada güçlük çekmeyecektir.
Şunun için bu mesele sizin Osmanlı Türkleri için hayat meselesidir. Siz lisanınızı sadeleştirip de edebiyatınız vasıtasıyla avamınıza icra-yı tesire muvaffak olursanız istikbaliniz temin edilmiştir. Eğer buna muvaffak olamazsanız o vakit sahife-i tarihten namınız silinmiş olacaktır.
Rusya Tatar muharrirlerinden Kazanlı Ayaz
Anlatmalar:
- Kazanlı Ayaz, “Lisan Meselesi: Tasvir-i Efkâr Muharrirlerinden Süleyman Nazif Bey’e”, Sirát-1 Müstakim, II/46 (9 Temmuz 1325 [22 Temmuz 1909]), s. 316-317 .
Kaynak: Ahmet Kanlıdere “Sosyalizmdan Türkçülüğe Kazanlı Ayaz Ishaki”, 143-146 s. 2019 yıl. Ötüken Neşriyat A.Ş.