LISAN MESELESİNE DAİR

Servet-i Fünün’un 948 numaralı nüshasında Ali Nusret Bey’in Sırât-ı Müstakîm’deki makaleme yazdığı cevabı gördüm. Her ne kadar bu cevap pek gecikmiş olsa da, Ali Nusret Bey’in cesurane meydana atılıp cevap yazdığına, mesleklerini muhafazaya çalıştığına sevindim.

Okudum; bir, iki, üç defa okudum. Maatteessüf makalemdeki açık suallerime cevap göremedim. Makalenin gizli manalarını anlamak için tahlil etmeye başladım. Arap ve Fârisí elfâzdan uydurma uzun uzadı Arap ve Fârisí terkiplerle kapalı cümleleri tahlil ne kadar güç olsa da esas fikirleri tahlil ettim. Maksatlarını şu suretle hülasa edebildim:

1 – Türk lisanının fesahati “Arabî ve Fârisi lisanlarının cevahir-I güzide-i elfâz ve esmârı pür-çide-i meânisi ile temin edilebilmesi.”

2- “Ne kadar açık ve bayağı elfaz ile söylense avamın yine idrak edememesi”dir.

Şu iki fikri Ali Nusret Bey bedahet derecesine gelmiş diye telakki etmiştir ve şu fikirlerin etrafında uzun uzadı Arabi, Fârisî cümleler uydurmuştur. Lakin meselenin en esası, davanın asıl temeli de şu fikirlerdedir. Bunlar, deliller değil, müddealardır.

Ben avam ile havas dimağlarının hilkatinde fark olmadığını, biyıklarını Fransız usulünce tezyin eden İstanbullu bir bey ile Anadolu’nun kaba bir Türkü arasında dimâğan hiç fark bulunmadığını, kendi lisanlarında söylenilse anlamalarında şüphem olmadığını beyan ediyorum. Benim davam budur. Şimdi sizin birinci fikrinizi tetkik edelim. Doğrusu bu davanızı garip ve gülünç buluyorum. Bir dilin fesâhati o dilin başka lisanlara esir kalmasıyla olduğunu dava edecek sizden başka âlemde hiçbir muharrir gelmemiştir, diyebilirim. Hem de gelmeyecektir. Bu fikrin ihtirå’ı, şerefi tabii size, yalnız size mahsustur.

Lisanın fesahati; dilin genişlemesi, sözlerin her türlü mecazi manalarda isti’mâl edilmesi ve başka lisanlardan söz alınmaması ve büyük bir ihtiyaç halinde ecnebi sözleri kendi dilin kavaidine tabi edilmesi ile olacaktır. Bütün âlemin dilleri hakkında bu kaide birdir Hem de bütün ålemin dilleri bu suretle güzelleşmişler, genişlemis. lerdir. İşte gözümüz önünde Arap lisanının fesahati, Fârisi lisanının güzelliği bu mesleği takip etmelerinden husule gelmiş bir kemâldir.

Şüphesiz bu kaideden bizim Türk lisanımız da istisna edilmeyecektir. Sizin Osmanlı Türk diliniz de ancak şu yolda terakki edecektir. Bunun için Osmanlı Türk dilinizin ilerlemesi için şu yoldan gitmek ve bu suretle hareket etmek lazımdır.

Şimdiki halde istılahâtınız için sözünüz bulunmazsa da ve bazı tabirler için Arabi, Fârisi sözlerine ihtiyaç var ise de bunları “misafir” olarak kabul edip bunlara hiçbir vakit kapitülasyon hakkını vermemeli, bunların hepsini kendi kaidenize tabi bulundurmalı, yazdığınız kitaplar, risaleler, makaleler hep lisanınızın sadeleşmesi- ne hizmet etmelidir.

Evvelki makalemde dediğim gibi bu mesele sizin yalnız dilinizin değil, bütün hayatınızın esası, temelidir. Bütün siyasi ve medeni, iktisadi ve içtimai ıstılahâtınız buna bağlıdır.

İkinci meseleye, yani avamın idrak edip edememesi meselesine gelince; bence bedâhet derecesine gelmiş bu fikir Avrupa tarihi-içtimai ve siyasileriyle ispat edilmiştir. Bugün Avrupa memalikinin parlamentolarındaki büyük büyük amele firkaları, Avrupa’nın müsademe-i iktisadiyesinde büyük ehemmiyeti hâiz milyonlarca azaya malik sosyal ve demokrat firkaları acaba nereden gelmişler, nereden çıkıp müsademeye başlamıştır, nereden kendisinin menfaatini anlamıştır? Avam idrâk edememişse neden Avrupa’nın avamı sanayi-i nefiseye, edebiyata tesir etmiştir? Nasıl bütün Avrupa’da büyük “avam” mesleği meydana gelmiştir? Demek oranın avamı anlıyorlar, idrak ediyorlarmış… Öyleyse niçin bizim Türk avamımız anlamayacak? Niçin Avrupalıların idrak ettiği bir şeyi Türkler idras edemeyecek? Bunun sebebi ne? Sizin Türkleri ve hususen Türklerin avamını bilmediğinizden başka bu fikrinizin bir sebebi var mı? Varsa gösterin! Yoksa bilmediğiniz bir şeyi yok diye davaya kalkışmayınız.

Siz avam için kitaplar yazdınız, risaleler neşrettiniz, mektepler açtınız, konferanslar verdiniz de anlamadılar mı? Muharrirlerini onlara âli fikirler anlatmak istediler de avam; “Bu fikirleriniz pek al bize bayağı fikir veriniz!” dediler mi? Mehmed Emin Bey’in şiirlerin anlayanlar sizin yazdıklarınızı anlamazlarsa bundaki kabahat fikrinizde olmayınca dilinizde olmak lazım gelmez mi? (Meselä Servet-I Fünün’daki makalenizde 1440 sözün yalnız 368’i Türkçedir, bunların çoğu da edevât.)

Ben sizin gibi Türklerin bütün akvam-ı medeniyeden aşağı olduğuna itikadım olmadığından, bütün âleme âmm olan kaidelerden Türklerin bir istisna teşkiliyle dimağlarının zaafına su-i zannım bulunmadığından, bu vakte kadar avamınızın anlamadığı şeylerden siz yazıcıları, siz “edebi lisan” muharrirlerini ta’yip ediyorum. Bunların bu vakte kadar medeniyetiniz aleyhine yaptıkları hareketlerin en büyük failleri siz diye itikat ediyorum ve bu suretle sizi şayan muahaze görüyorum. Hiç şüphesiz bu hususta en büyük kabahat avama anlatmak vazifesi olan muharrirlerinizin vazifelerini ifa etmemeleridir.

Avam ve havassa mahsus ayrı ayrı iki dil meselesi kurün-i üläda, hattâ kurün-1 vustâda tatbik edilmiş ise de yirminci asırda tatbik edilememektedir. Bir âdet, bir kanun-ı içtimai altında yaşayan avam ile havassı ne yolda ayırmalı? Nereye hatt-i hudüdu çizmeli? Bu iki sınıf (eğer varsa) bütün hayat-ı içtimaiyelerinde yek diğerine muhtaç olduğundan ve her biri diğerinin manevi ve maddi tesirleri altında olduğundan tabii bunlar arasında ne iki din, ne iki dil hasıl olacaktır. Şu halde siz havas muharrirlerine okuyucular nerede bulacaksınız? Bunların yazdığı kitaplara, söylediği fikirlere nereden şakirtler bulacaksınız? Sizin gibi fakir bir millette ve tab’an demokratik bir kavimde ayrı fikirli, ayrı terbiyeli, ayrı âdetli, ayrı lisanlı, ayrı edebiyatlı bir sinıf nereden bulacaksınız? Lehülhamd bu sınıf ne sizde ve ne de bizde olmamış, bundan sonra da olmayacaktır. Bir köyün sefaletiyle bir ailenin saadetini temin eden bir sınıfin bulunmaması bizim Türk tarihinin en büyük mâbihiliftiharı olduğu gibi içtimai terakkiyatımız için de bu gibi içtimai bir mâni-i terakkinin olmadığı pek sevinilecek hakikattir. Tarihin yapamadığı havas ve avam sınıfinı tabii Ali Nusret Bey ve arkadaşları yapamayacaktır. Ve bittabi havas dili fikri de hayal halinde kalacaktır. Biz Türkler gerek Şimal’de gerek Cenup’ta her vakit demokrat olmuşuz; her vakit sultanlarımız, padişahlarımiz, vezirlerimiz, âlimlerimizle münasebetimiz arkadaşça, biraderce olmuş, şimdi de öyle oluyor. Biz tab’an demokratlarız, demokrat olarak yaşayacağız, demokrat olarak terakki edeceğiz.

Şunun için bizim Türklerin arasında (nerede olursa olsun, gerek Rusya Türkleri, gerek Osmanlılar arasında) bir fikrin terakkisi için en büyük şart varsa o da avamın menfaatini gözetmektir. Tabii bütün efkârın anlaşılmasının sebebi olan dilde de, bütün efkânn tercümanı olan edebiyatta da bu şart icrâ edilecek, bu fikir takip edilecektir: Lisanın avam anlar derecede sadeleştirilmesi!…

İşte şu sade lisan sayesinde biz şimdiki cahil avamın fikrini açmak ve onların uyumuş dimağlarını hareket ettirmek ve onlan mâni-i terakki değil, efkâr-1 medeniyemizin muhafızı yapmak istiyoruz.

Bundan başka lisanın sadeleşmesinin büyük faideleri daha oldığu tabii inkâr edilemez. Meselâ sizin Osmanlı Türklerin edebiyatını şimdiki gibi yalnız İstanbul’da bir kısım halk okumayıp da tâ Anadolu’nun köylerinde, Kafkas dağlarında, Azerbaycan şehirlerinde Volga nehri boyundaki kıraathanelerde okunsa acaba Ali Nusrer Bey’le Süleyman Nazif Bey’e ve bunların meslektaşlarına (eğer varsa) ne olacak? Namık Kemal’lerin, Abdülhak Hâmid’lerin, Hâlid Ziya’ların sairlerinin eserleri yirmişer kırkar bin neşredilse bunlardan kim mutazarrır olacak? Muharrirleriniz kalemleri ile maişetlerini temi edip edebiyat ile hiç münasebeti olmayan hükûmet hizmetlerin bırakıp hür birer muharrir olsalar bundan edebiyatınız mutazarı mı olacak? Bu kadar sade bir fikri anlamayan, güneş gibi açık bir düşünceyi düşünemeyen bir insan var mıdır? Öyle ise niçin sadel aleyhinde o kadar uzun uzadı Arap ve Fârisi terkiplerle uydurma yapıyorsunuz? Niçin bu kadar bedihî bir fikre karşı mutaassiba inat ediyorsunuz? Bunun sebebi ne? Bence bunun en büyük sebebi sizin Türkçe bilmediğinizdir.

Kazanlı Ayaz

 

Kazanlı Ayaz, “Lisan Meselesine Dair”, Sirât-i Müstakim, I1/50 (6 Ağustos 1325 [19 Ağustos 1909]), s. 380-381 .

Kaynak: Ahmet Kanlıdere “Sosyalizmdan Türkçülüğe Kazanlı Ayaz Ishaki”, 147-150 s. 2019 yıl. Ötüken Neşriyat A.Ş.

Bir cevap yazın